Görmeden.

Kıskançlıklarla, kuşkularla, hesaplaşmalarla süren sancılı bir aşkın orta yerindeki bir sevişmeden sonra adam seviştikleri odadan çıktığında başlayan bir hava bombardımanında ev isabet alıyor ve adamın biraz önce geçtiği bölüm çöküyor.
Daha iki dakika önce koynunuzda olan birinin yok olduğunu görüyorsunuz. O korkunç anda kadın yaşadığı çaresizlik karşısında, aslında pek de inanmadığı Tanrıya sığınıyor.. Dizlerinin üstüne çöküp yalvarıyor.
— İnandır beni, diyor, o yaşarsa sana inanacağım. Ona bir fırsat tanı. Bırak mutluluğuna sahip olsun. Bunu yap, inanacağım sana. Ve Tanrıyla bir pazarlığa oturup, en çok sevdiğini geri alabilmenin karşılığında Tanrıya en çok sevdiğini vermeyi öneriyor. Eğer biraz önce o kapıdan çıkan erkek yeniden o kapıdan sağ olarak dönerse, o erkeği bir daha hiç görmeyeceğine söz veriyor Tanrıya.
"İnsanlar birbirlerini görmeden de sevebilirler, değil mi" diyor, "seni hayatlarında bir kere bile görmeden seviyorlar." Kapı açılıyor, kadının öldüğünü sandığı erkek içeri giriyor.
Kadın, sevdiği erkeğe kavuşmuş ve onu kaybetmişti. Ve onun yaşadığını gördüğü anda, biraz önceki pazarlığın ağırlığını fark edip, "keşke ölseydi" diyordu.
Bundan sonra, bir insanı görmeden de sevmenin mümkün olup olmadığını öğrenecekti. "Tanrıyı görmeden seven insanların" birbirlerini de görmeden sevip sevemeyeceklerini iki sevgili unutulması zor cümlelerle tartışıyordu.
— İnsan sevdiğini görmediğinde aşk biter mi?
— Düşünsene Tanrıyı bir kez bile görmedik ama onu seviyoruz.
— Ama benimki o tür bir sevgi değil Sarah.
— Belki de başka bir tür sevgi yok Maurice. Aşk, bir insanı Tanrıyı sever gibi sevmek mi, onu görmeden ama onu hissederek onun varlığına bağlı kalmak mı? Bir dokunuşa, bir bakışa, bir sese, bir işarete muhtaç olmadan, onu besleyecek bir bedene, bir vaade, bir ümide ihtiyaç duymadan, tek başına da sürebilecek kadar güçlü bir sevgi mi aşk?
"Sevmeye devam edebilmek için onu görmeliyim" demeyecek kadar büyük bir iman, büyük bir bağlanma mı? Bir ruhun bir başka ruha sarılması ve bu sarılışı bir bedene gerek duymadan da sürdürebilme mi? "Tanrıyı sevdiğim kadar severim seni" diyebilmek, böylesine korkunç bir bağlılığa rıza göstermek mi aşk? Peygamberler bile Tanrıya bir kere yüzünü göstermesi için yalvarırken, hiç görmeden de ruhunu bir başka ruha adamak mı?
Hayatın içinde, insanların sevmek için görmeye ihtiyaç duyduğuna şahit oluyoruz, kaybedişler unutuşları da getiriyor, bir bedenin aracılığı olmadan bir ruha bağlılığımızı çok sürdüremiyoruz, "tanrımız" olmuyor sevdiğimiz, imanımızı çabuk kaybetmeye, bütün inançsızlar gibi sevgimizin sürmesi için bir kanıt görmek istemeye çok yatkınız. Ama bence, sevgiyi ve aşkı hayatimizin bu kadar önemli bir parçası kılan bu çabuk vazgeçişler değil; Tanrıya "onu yaşatırsan ben onu bir daha görmemeye bile razıyım, insanlar seni nasıl görmeden seviyorlarsa ben de onu görmeden sevebilirim" diyebilen birilerinin varlığına inanmamız.
"Belki de sevmenin başka türü yoktur" diyen birilerinin romanların, filmlerin arasında dolaşması ve bizim o insanları hayatta da bulacağımıza dair ümidimiz, bizi aşka doğru çeken. Böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler, romanlar yazıyor, böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler, romanlar okuyoruz. Neredeyse bütün hayatını kendi inancıyla dövüşerek geçiren Graham Greene'in, "Tanrıyı görmeden seviyorlar, ben de onu görmeden severim" diyen bir satırı yazması bize aşkın çekiciliğini yaşatan. Bu satırı okumak, bunun gerçek olabileceğine inanmak, bu hayali benimsemek, bizim sıradan hayatımızı, bizim yaşadığımızdan daha renkli, daha çekici, daha heyecanlı kılan.
Hiç rastlamasanız da, "bir insanı sevmenin bir Tanrıyı sevmek gibi bir şey olduğunu" yazan birinin varlığı, sizi bunu söyleyebilecek birinin varlığına da inandırır ve o inançtır, bence, sizin hayatınıza mana katan. Aynen, "Tanrıyı görmeden sevmek" gibi, siz de bir insanın başka bir insanı hiç görmeden sevebileceğine o insana hiç rastlamadan inandığınızda, romanların size vaat ettiği o kutsal topraklara girmek için, o toprakların sınırlarında içiniz ürpererek dolaşmaya başlarsınız.
Birisi tarafından öyle sevilmek istersiniz. Ve birisini öyle sevmek. Ancak o zaman, gerçek bir mümin gibi, çekilecek olan acıları değil, bir Tanrısı olan bir kâinatta yaşamanın mucizesini fark edersiniz. Acı dolu, isyan dolu bir mucize. "Keşke inanmasaydım" dedirtecek, "keşke onu böyle sevmeseydim" dedirtecek bir mucize. Ama bütün acısına, bütün kederine, bütün yalnızlığına rağmen vazgeçilmeyecek bir mucize.

O mucizeyi görenlerin ondan kolay kolay kopabileceklerini sanmam. İnsanların bütün nankörlüklerine, alaylarına, hor görmelerine, inanmamalarına karşın tek başına kendi inancıyla yasayan, kendi inancının yüceliğinde diğer insanların zavallılığını, yetersizliğini, aşksızlığını görüp, onlar için üzülen ve kendi sevgisine sıkı sıkıya tutunan bir ahir zaman peygamberi gibi, başkalarına bomboş gözüken bir çölde, o çölün boş olmadığını hissederek yürürsünüz.
Sizin bu yürüyüşünüz, bir gün bir romanda ya da bir yazıda bir satıra dönüştüğünde, sizinle alay eden nice insanin çorak ve loş hayatına sizin hayatınızdan bir ümit ve ışık sızar. Büyük bir ödülün ve büyük bir cezanın sahibisinizdir. Bir insanı bir Tanrıyı sever gibi sevebilecek bir güçle ödüllendirilmiş...

Bir insanı bir Tanrıyı sever gibi sevebilecek kadar güçlü olduğunuz için de cezalandırılmışsınızdır. İnsanlar Tanrıyı görmeden seviyorlar. Ama tanrıya inananların çoğu, bir insanın bir başka insanı hiç görmeden sevmeyi sürdürebileceğine inanmıyor.
Ben, Tanrıya inanan Graham Green'e inanıyorum, "bir insan başka bir insanı hiç görmeden de sevmeyi" sürdürür. Benim inancımı paylaşanlar, bir gün öyle sevmeyi ve öyle sevilmeyi bekleyecekler, bu inanç, onların içine kapatıldıkları küçük hayatların sınırlarını yıkıp, onları vaat edilmiş hayallere taşıyacak. Bir gün biri onlara diyecek ki:
— Belki de başka tür bir sevgi yok Maurice.

AHMET ALTAN

Hiç yorum yok: